Neval Oğan Balkız’ın konuşmasının tümü

SDD 2023 İnsan Hakları Ödül Töreni coşkuyla tamamlandı. Törenin panel bölümünde konuşan Neval Oğan Balkız’ın konuşmasının tümü şu şekildedir:

10 Aralık tarihinde, Sosyal Demokrasi Derneği’nin İnsan Hakları Günü dolayısıyla Ankara’da düzenlemiş olduğu “İnsan Hakları Günü SDD 2024 İnsan Hakları Ödülü” töreninde bir araya geldik.
Dünyanın ve ülkemizin içinden geçmekte olduğu zorlu süreçte; “insanları korku ve sefaletten, yoksulluk ve yoksunluktan, iktidarların buna bağlı zorbalıklarından kurtaracak, toplumsal bir projenin bütüncül parçası ve kurucu unsuru olarak, tarihsel süreçte ortaya çıkan bir düşünce, bir kavramsal ve kurumsal yapı olan insan haklarının günümüz koşullarındaki uygulamasını, her insan için gerektirdiği koşulların durumunu, insanlığı bekleyen tehlikeleri, ülke ve dünya gerçekliğini , bu gerçekliği kavrayan mücadele olanaklarını nasıl yaratacağımızı konuşma olanağı bulmaktan dolayı, mutlu oldum.

Yıllardır sürdürdüğü kararlı insan hakları savunuculuğu, demokrasi, adalet ve eşitlik mücadelesindeki etkin duruşuyla, Türkiye’de insan hakları alanına önemli katkılar sağlamış olan Sayın Levent Gök’ün; Roboski Katliamı’nın yaşandığı dönemdeki etik tavrı ile gösterdiği sorumluluğu, TBMM Araştırma Komisyon Başkanı sıfatıyla tanıklıklarını duygulu ve çarpıcı şekilde dile getirdiği konuşmasını, aynı duygu yoğunluğu içinde dinlemek, ayrıcalıktı.
Sayın Gök’ün bu katliamın toplumsal hafızadaki yerini koruma ve o acının ardından adaletin sağlanması için gösterdiği çabayı , bu çabanın ürünü olan “Roboski:Uludere’nin Gözyaşları” kitabından dolayı kutluyorum.

Bizleri bir araya getirmiş olan Sosyal Demokrasi Derneği Yönetim Kurulu’na ve üyelere, Dernek Başkanı Sayın Sami Doğan ve Avukat Sayın Kemal Akkurt şahsında teşekkür ederim.

İlgi duyanlar için konuşmanın geniş özetini, aşağıya bırakıyorum.

“Yeni bir egemelik savaşları çağı” olan 21. YY da; küresel çapta artan savaşlar, ekonomik krizler, neoliberal politikaların yarattığı ve sürekli kılınan iktisadi şoklar, artan yoksulluğun, çöken sosyal güvenlik sistemlerinin, kamusal hizmetlerin piyasalaşmasının yarattığı baskıların, ulusal sistemlerde işlevsizleşen demokrasilerin, keyfi iktidarların insanlar üzerinde korku ve baskıları arttırdığını, ırkçılık ve milliyetçillik, yabancı düşmanlığı , popülizmin vb. olguların siyasal tercihleri belirlediği, dünyanın her yerinde toplumsal, siyasal ve ekonomik kategorileri çökmekte olduğu ve bütün bunların halk kesimlerinde “güvenlik kaygısını” arttırdığını, iktidarların bu güvenlik kaygısını kullanarak, toplumlar üzerinde , birey ve grup hakları olmak üzere, temel hak ve özgürlükleri, kişi hakları olan yurttaş haklarını daha çok sınırlama ve kısıtlama ve hatta ihlal yoluna gittiği, insanların güvenliklerinin korunması gerekçesiyle bu kısıtlama yasaklama ve kontrollere sessiz kaldığı hatta savunur hale geldikleri, bu gerilimli paradoksun; insan hakları, hukuk devleti hukukun üstünlüğü ve demokrasi açısından yarattığı tehlikeli sonuçları kavramak önemlidir.
İçinde tutulduğumuz disiplin (hatta kontrol ) toplumunun insan haklarının her birey için garantilerini ortadan kaldırdığı gerçeğinden hareketle, insan onurunun değerinin bilgisinden türetilen bu haklar ile hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve demokrasi arasında yapısal ve işlevsel zorunlu bağ üzerinde durarak; insan haklarının; hukuk devleti, hukuk üstünlüğü ilkesinin, iktidara meşruiyet sağlayan mekanizmanın, bu iktidarın her türlü karar ve icra yetkisinin hukuk temelinde ve hukukla sınırlı olduğu , hesap verme ve hesap sorma denge ve fren mekanizmalarının işlediği, siyasal katılım süreçlerine halkın en geniş şekilde katılım ve denetim olanaklarının sağlandığı ve güvenceye alındığı ,şefaf bir siyasal sistemin yapısal ve işlevsel kurucu unsuru olduğunu ve karşılıklı olarak aynı zamanda; insan haklarından türetilen hukuka ve anayasaya dayalı hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve bunların güvenceye bağladığı hukuki güvenlik ilkesinin ve laiklik ilkesinin( hukuksal bir insan kurumu olan devletin kurum, kuruluş, örgütlenme ve işleyişinin ve bu işleyişi belirleyen hukukun oluşturulması ve işletilmesinde, herhangi bir din anlayışı ve normlarının, dini görüşlerin belirleyici ya da etkili olmaması, gözönüne alınmaması talebini dile getiren ilkedir) ve bunlara dayalı anayasal demokrasinin insan haklarının garantisini oluşturduğunu, ancak günümüzde bu zorunlu bağlantının kopmuş olduğunu , parçalandığını ve dolayısıyla , dünyanın her yerinde ve ülkemizde insan haklarının yoğun şekilde ihlal edilmekte olduğu gerçeği ortadadır.

10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin 1. Maddesinde dile getirilen ve insan haklarının kaynağına, işaret eden “insanlar; özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdan ile donatılmışlardır ve birbirlerine kardeşçe davranmalıdır.” Şeklindeki anlayış, insanın diğer canlılarla ortak özellikleri yanında tür olarak kendi özgü olanak ve özellikleri olan (akıl ve vicdan) ve bu olanakların değerinin bilginden oluşan onur sahibi bir canlı olması nedeniyle, özel muamele görmesi ve birbirine karşı bu türden muamele(kardeşçe) göstermesi gerektiği düşüncesini özetler. Bu düşünce insan hakları teorisinde o güne değin öne sürülen doğal haklar( klasik ya da rasyonel) teorisi , hukuksal pozitivzm ya da sosyolojik hukuk yaklaşımlarının ve bunları bilgisel temelde irdeleyen, insan hakları normlarının hukuk değil, hukukun ötesinde hukukun türetileceği öncüller oluşturan norm olduğunu vurgulayan felsefi antropolojileri de
içerir.
insan hakları, düşünce olarak tarih sahnesine çıktığı ilk dönemlerden bugüne, feodal,tarım toplumlarından, sanayi devrimi ve sonrası burjuva ulus devlet kurumsallaşmasına ; bireyi , yöneticiye karşı, yönetim erkini kullanan iktidar gücüne ( kral, kilise, senyör, parlamento vb.) karşı koruma , keyfiyet ve zorbalığa karşı güvence altına alma düşüncesiyle, dokunulamaz ve yasa koyucunun iradesinin üstünde bir kaynağa dayalı haklar bütünü oluşturma düşüncesinin gelişimi ve dönüşümü ile özellikle iki dünya savaşının yarattığı yıkım ve yok oluşların ardından, bugünkü geniş hukuksal mevzuat oluştu! Ulusal, bölgesel ( Avrupa konseyi, Avrupa Birliği, AGİT, Amerikan Devletleri Örgütü, Afrika Birliği Örgütü vb.), evrensel ( Birleşmiş Milletler Örgütü ve bağlı birimleri) kapsamında ( Irk ayrımcılığından, her türlü ayrımcılığın önlenmesine, çatışmaların önlenmesi ve sorunların barışçıl yöntemlerle çözümlenmesi, dil ve din ,etnik azınlıkların korunmasından, kişisel siyasal haklar ve ekonomik sosyal haklar sözleşmelerine, İnsan hakları sözleşmeleri, işkence ve her türlü kötü muamele ve cezaların önlenmesi, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi, çocuk hakları sözleşmeleri, seçimlerin demokratik yapılması ve gözlenmesi, hukuk üstünlüğü ilkeleri , yapay zeka kullanımı ve zararlarından korunması konularına kadar) bildirge, beyanname, sözleşmeler ,temel hak içeren şartlar yapıldı, komite, komisyon ve mahkemelerden oluşan geniş bir koruma mekanizmalarının oluşumu sağlandı.
Çoğu devlet, bu sözleşmelerin tarafı oldu ve mekanizmaların yetkisini kabul etti. Ancak, bu taraf olama, uluslararası sistemde, kabul görme ve ulusal çıkarların korunması için bir şekli işlemden ibaret bir usul görüldü ve eylemlilikte etkisi çok sınırlı kaldı. Devletler,( özelde iktidarlar) kendi ulusal çıkarlarını insan haklarının önünde tutmaya devam etti. Ve o günden bugüne geçen yetmiş altı yıllık bir gelişme süreci, insan haklarını düşünsel anlamda öne çıkarmış olsa da, johan Galtung’un “insan hakları insanlığın acılarını azaltmakla ilgili barış projesinin bir parçasıdır” tanımında vurguladığı işlevselliği kazandıramadı.
Özellikle 1990 lı yıllardan başlayarak, küreselleşme paradigması ile uluslara dayatılan ekonomik ve kültürel hegemonya kapsamında, emperyal kapitalizm, ulusal egemenlikleri uluslararası kontrol topluma entegre etmek ( toprak bütünlüklerini parçalamak ve egemen sistemlerini yok etmek, devletsiz bırakmak suretiyle!) amacıyla insan hakları ve demokrasiyi o devletlere müdahale etmek için gerekçe olarak kullanmaya başladı! Irak’tan, Afganistan’a, Libya’dan, birden çok ülkeyi kapsayan Arap Baharı, Turuncu Devrimlere kadar, bu müdahaleler ile kapitalizm, kendi küresel krizlerinden kendini korumak için, toplumlara yaşatılan savaş ve iktisadi şoklar ile sürdürülebilir hale getirdi.

Geldiğimiz
noktada;
-Küresel kapitalizmin artık bunu yapmak için insan hakları ve demokrasi gerekçesine ihtiyacı kalmadı, hatta, ulusal ve uluslararası düzeyde demokrasi ve insan hakları bağlamlarından hızla kurtulma sürecine girdi, doğrudan müdahale ve her an her yerde herkesin içinde bulunduğu topyekün savaş konseptine geçildi!

-Demokrasiler hızla işlevsiz hale geliyor. Temsili demokrasi sorunları çözme kapasitesini yitirmekte., artık temsili demokrasi yerine doğrudan demokrasi, kitle demokrasilerini tartışmalı, siyasal ve toplumsal katılım süreçlerinde halkı doğrudan katacak, farklı modeller ve mikro halk meclisleri sistemi oluşturulmalı.

– Tüm dünya halkları sürekli korkuya dayalı bir güvenlik kaygısı içinde tutuluyor. Bu korku içinde bireyler ve geniş halk kesimleri, iktidarların “güvenlik mi haklar mı” iklimi yaratarak sanki bunlar karşılıklı çatışan olgu ve yapılarmış gibi yarattıkları keyfiyet içinde, güvenlik kaygısını gidermek söylemiyle aldıkları önlemleri ve yasakları, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran uygulamaları, sorunsuz kabullenir hale getirildi! Önlemler yasakları yasaklar kontrolleri, kontroller denetim toplumlarını yarattı ve birey, kendisi hakları ile birlikte bunların kurbanı haline getirildi.
– Bu koşullar içerisinde iktidarlar, yönetim yetkilerini kötüye kullanmaya, erklerin kontrolsüz merkeziyetleri sağlayan sistem biçimleri oluşturmaya, halkın içinde olmadığı belli ekonomik çıkar gruplarına dayalı bu çıkarların koordinasyonundan ibaret olan, ulusal ve uluslararası hukuk kurallarını tanımayan “kanunsuz yönetimler” oluşturmaya başladı.

Bütün bu durumlar; insanın onurundan türetilen, onu insan yapan değerlerinin korunmasını, insanın etnik, din, dil, ırk, yaş, cinsiyet, sosyal sınıf, felsefi ideolojik anlayış ayrımı olmaksızın eşit şekilde olanaklarını gerçekleştirmesi koşullarına sahip olmasını talep eden ve bunları oluşturmayı ve sürdürmeyi devlete ödev olarak yükleyen, devletin yetkilerine bir sınır getirmeyi, keyfiyetini engellmeyi amaçlayan insan hakları alanında; devletin bu hakları hem yasal güvenceye kavuşturan, koruyan, hem de kendine bu anlamda sınırlar koymaya zorlayan ve dolayısıyla bu hakların ihlalcisi tek özne olma konumu ile insan ve haklarının korunması alanındaki gerilimi arttırmaktadır!

Türkiye öznelinde; (Osmanlı dönemi özel koşullara sahip olduğundan ve oturum başlığının dışında tutulduğundan, başka bir oturum konusu oluşturmaktadır.)
Türk anayasal gelişim tezlerine bakarak, insan hakları sorunsalını siyasal, sosyal gelişmeler ve toplumsal dönüşüm paralelinde , koşulların bilgisinden hareketle şu dönemler çerçevesinde ele almak doğru olur.

1920-1950
1950-1960
1960-1980
1980-2000
2000’den bugüne …Tüm bu dönemlerin toplumsal hafızamızda, bellek ve algılarımızda ; yasaklar, muhtıralar, tahkikat komisyonları, giderek darbe dönemleri ve askıya alınan temel hak ve özgürlükler, olağanüstü hal dönemleri, haksız hukuksuz yargılamalar, sistematik işkence ve kötü muamele uygulamaları, zorla yerinden etmeler, Göz altında kayıplar, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya kitlesel katliamları, art arda gerçekleşen sayısız faili meçhuller, Gazi, Madımak, Başbağlar Roboski, Reyhanlı, Suruç Ankara Gar katiamları, İstanbul ,Diyarbakır ‘da gerçekleştirilen patlamalar ile yer alan izlekleri var!

İçinden geçtiğimiz dönemi ise, siyasal islamcı yönetsel anlayışın neoliberal politikalar eklemlenmesi süreçlerine ve yapısal koşullara göre 2002-20010, 2010 2017 ve sonrası diye ayırmak doğru olur!
2002 tarihinde başlayan süreç, siyasal islamcı muhafazakar, otoriter, eril , cinsiyetçi bir yönetim anlayışının ve onun siyasal, sosyal, ekonomik politik iktidar hegemonyasının dönüşerek , kendi rejimini inşa süreci olarak, farklı özelliklere sahiptir.
Bu dönemler üç özellik altında özetlenebilir:
-Bu süreçte AKP, neoliberal politikaları eklemleyerek, siyasetini popülist, pragmatik, kısa vadeli reformlar, tavizler ve çıkarların koordinasyonundan ibaret bir çerçeveye oturttu. Temsili demokrasiyi yapısal ve işlevsel olarak, seçimlerden ibaret olan bir sandık demokrasisine dönüştürdü. Halkın siyasal süreçlere katılımını sağlayan hak, olanak ve yapılanmaları teker teker ortadan kaldırdı. Yasama yargı ve yürütme erklerini tek iradede toplayan, benzeri olmayan, denetim ve denge mekanizmalarının ve hukukun temel işlevinin bağımlı hale geldiği bir sistem kurdu. Seçimlerin şeffaf özellikleri, siyasal partilerin seçim ve propaganda ortamları, halkın haber alma ve bilgilenme hakkı, ifade özgürlüğü, gösteri ve yürüyüş hakları, örgütlenme ve sendikal özgürlükleri, akademik ve bilimsel özgürlükler ortadan kaldırıldı. Meşru olmayan ve fakat toplumsal rızayı kendi araçlarıyla yeniden üreten bir sistem oluşturdu.
-Akp, toplumla siyaset aracılığı ile kurması gereken ilişkiyi ekonomi üzerinden kurdu; çıkarların koordinasyonundan ibaret bir iktidar sergiledi, en alt tabanda sosyal yardımlardan yararlanarak yaşamını sürdüren geniş bir kitle tabanı ,cemaat ve tarikatların oluşturduğu siyasal, sosyokültürel bir ekonomi üretim paylaşım örgütlülüğü ve üstte ihale, teşvik ve doğrudan yatırım olanaklarıyla kendine bağımlı bir sermaye çıkar sınıfından oluşan bir güç piramidi inşa etti! Sosyal ve ekonomik eşitsizliği büyüten, emekçi ve üretim gücünü baskılayan, doğal kaynakların talanına dayalı neolberal İslamcı bir ekonomi politik inşa etti. Grev ve sendikal hakların yasaklandığı, iş güvencesi ve güvenliğinin kalktığı, ücretlerin giderek azaldığı sosyal güvenlik siteminin çöktüğü TBMM nin bütçe yapma ve denetleme hakkının sekli hale geldiği, yoksulluk ve yoksunluk üretirken, milyarder sayısını arttıran bir ekonomik sistem kurdu.
– Bu yapı üzerine, siyasal islam temelli bir yaşam ve mekan anlayışına dayalı, toplumsal cinsiyet eşitliğini reddeden , günah /sevap , caiz olan olmayan ayrımını yaygınlaştıran bir kültürel hegemonyayı topluma dayattı. Dinsel bilgi üretimi ve paylaşımını kendi elinde tutan bir enformasyon merkezi ve algı oluşturdu. Bu algı üzerinden siyaseten hasım olması gerekenleri, “iyi olan biz, kötü olan onlar” şeklinde tanımlama üzerinden toplumu böldü ve kutuplaştırdı. Her seçim döneminde bu ayrım üzerinden kendi tabanını konsolide ve mobilize etti.

Buradan bir çıkış yolu oluşturmak durumundayız! Bu ülke bizim. Bu gayrisafi hasılayı, emeği ile üreten bizler, buradayız! Nasıl bir yönetim ve toplumsal anlayış içinde yaşamak istediğimizi biliyoruz! İnsan hakları bize kendi onurumuza sahip çıkma bilincini ve duyarlılığını hatırlatır ve bunun için mücadele sorumluluğu yükler. Mücadelenin biçimini de içinde bulunduğumuz koşullar belirler. Hepimize çok iş düşüyor. Her zamankinden çok daha cesur olmakla başlamalıyız.
Ben Hatay’da depremi yaşayan bir depremzede olarak hatırlatmak isterim ki; Hatay, özelde Antakya, Defne, Samandağ, Kırıkhan, İskenderun, insan kaynaklarını, alt ve üst yapısını ekonomik olanak ve birikimini bütünüyle kaybetmiş durumda. Bu koşullar, orada yaşayan her birey için tıpkı deprem yaşayan diğer kentlerde olduğu gibi, topyekün bir insan hakları ihlali niteliği taşımaktadır. Orada insanlar sevdiklerini, birikimlerini, yaşam olanaklarını, geçmişlerini, anılarını, umutlarını ve ütopyalarını kaybettiler! Şimdi Hatay, cihatçıların Suriye’ de attığı naraların tedirginliği içinde! Tüm Yetkili ve sorumluları derhal ve öncelikle çözüm bulmaya davet ediyorum. Burada aramızda bulunan CHP ‘nin milletvekillerine çok iş düştüğünü yeniden hatırlatıyorum. Bugünün anlam ve önemini taşıyan ödülü kazanmasından dolayı Sevgili Levent Gök’ü kutluyorum.
Evet, Roboski’nin göz yaşları, Reyhanlı’da, Suruç’ta , Ankara Gar önünde, Diyarbakır’da, İstanbul’da da aktı, göz yaşının rengi aynıdır ve bunların hepsini silmek, hepimizin görevidir!
Teşekkür ederim.

Yorum yapın